1/26/2010

GENNA Marketing Communication Group yayını yeni bir e-dergi, ben beğendim. Sunumu temiz okuması rahat.
http://www.gennaration.com.tr/

1/22/2010

Sualtı Rugby

Bence, kessinlikle dünyanın en eğlenceli, keyifli ve zor sporu sualtı rugbysidir. Şimdi okuyanlardan bu sporla uğraşan varsa kocaman gülümsemiştir, çünkü ne demek istediğimi anlamıştır. Senelerce uğraştığım için elbette objektif değilim! Güzel anılarımın çoğu bu sporla ilgili. Sonrasında yatay geçiş yaptığımız sualtı hockey'i asla rugby kadar zevk vermedi. Sualtı Rugby'si 3 boyutlu oynayabileceğiniz tek takım sporu:) heryöne hareket özgürlüğünüz var. Rakiple mücadele var, risk var, kulak çınlaması var, bolca faul var:) Antrenmanı derinliği düşük havuzlarda oldukça zor, düşünsenize ortalama 2m derinliği olan bi havuzda 1 sene antrenman yapıyorsunuz ve müsabaka 5m derinlikte! Oyyy! Alışmak içinse muhtemelen 2 gününüz var:) Her deplasmanda o boş ve derin havuzu gördüğümde kalp çarpıntısından ölecek gibi olurdum. Ya dalamazsam, ya basınca dayanamazsam, ya kulağıma bişi olurda maça giremezsem, vs. vs. ama maç düdüğüyle biterdi hepsi. Madalya seramonisinde her seferinde gülme krizine girer ve azar yerdik. Kocaman tam olimpik bir havuzun etrafına birbirlerini görecek şekilde yüzlerce sporcuyu dizin ve gülmemelerini bekleyin! Mümkün değildi... Hele saygı duruşu.. Bir havuzdan bir de seramonide rezil olmaktan korkar olmuştuk:) Antrenörümüzde inadına protokolün karşısına koyardı bizi! Malzeme eksikleri, yırtılan mayo panikleri ve saç kurutma makineleriyle geçen bir ilk gençlik zamanı. Maçtan hemen önce 1-ısınmaktan nefret ederdim 2- konuşmaktan, ama bütün azarlarımı da çok konuştuğum için yerdim! Hele bir Trabzon mono palet deplasmanı yolcuğumuz vardıki hatırladıkça gülerim...

Kısaca, hala deli gibi rugby yapmak istiyorum varsa bir takımınız, ya da kuracaksınız kurtarın beni bu eziyetten!

buyologyptian

Tüketim çılgınlığı üzerine ilginç bir yaklaşım. Uzun zamandır almak istiyordum, arkadaş sohbetlerimize bile konu olmuştu. İsminden de anlaşılacağı gibi tüketimi farklı bir açıdan ele alıyor. Bilinç altı ve reklam ilişkisine duyduğum ilginin taze olduğu şu günlerde iyi gidecek.

1/21/2010

rahatkı!

dolabıma yepyeni bir el emeği göz nuru atkı eklendi. Sevim teyzeciiğime gövde için Pınarcığıma da pon ponlar için teşekkürler.

:)

bere için brief geçtim bile..

1/20/2010

muji muji sevgilim!

Nişantaşı Muji mağazası bizim için bir tavşan deliği niteliği taşıyordu. Neden bu kadar sade? Neden bu kadar naturel? Bu şişe de neyin nesi? O bir gazetelik mi? gibi sorularımızın hedefiydi. Hep sorduk, ama Allah rızası için bir google a girip bakmayışımız ayrı bi durum! Neymiş bakalım bu Muji:

Muji'nin Anlamı
Muji adı, Japonca "markasız kaliteli ürünler" anlamına gelen "Mujirushi Ryohin"in kısaltmasından geliyor.

Dünyanın En Bilinen Markasız Markası
Muji ambalaj ve ürünlerinde Muji markasına ilişkin hiçbir logo göremezsiniz. Tüm Muji ürünleri mağaza raflarında sadece temel ürün bilgisi ve fiyat etiketi ile sergilenir.
"Markasız" olmak, Muji'nin, markalaşma adına yapılacak masraflarının üretime aktarılmasına ve ürün tasarımına yoğunlaşmasına yardım eder. Muji yönetiminin ısrarla savunduğu ilke şudur: "Markalar ve markalama dıştan gelen bir unsurdur. Tüketicilere kişisel bilinirlik dışında özel bir fayda sağlamaz. Muji'nin özellikle önem verdiği, ürünün en temel formudur."

Muji Stili
Yalın, gerektiği kadar işlevsel, ham maddeden üretim sürecine çevre dostu, renkleri sınırlı, kaliteli ürünler Muji stilinin temelini oluşturur.

Muji Uluslararası Tasarım Yarışması
2008 yılında üçüncüsü yapılan "Muji Awards International Design Competition"da her sene bir tema işleniyor. Dünyanın her yerinden binlerce tasarımcı bu yarışmaya katılıyor. Jüri farklı disiplinlerden gelen, alanlarında isim yapmış kişilerden oluşuyor.

maternia prima :)

yaratıcı fikirlerinizin nasıl bir materyalle hayata geçirilebileceğini sizler için araştıran ve bunun gibi başka süper hizmetleri de bulunan bir firma, sağolsunlar, keyifle takip ediyoruz..

http://www.materialconnexion.com

1/14/2010

hisset, düşün, yarat..

Dün, Mısır'da tanıştığım ve iyi ki de tanıştığım arkadaşımla birlikteydim. Abdülhakim, Kuzey Afrikalı bir annenin ve Türk bir babanın ikinci çocuğu. Kendisini 'iyi' tanıyan herkesin nereye koyacağını şaşırdığı bu şahsına münhasır adamla uzun zamandır görüşmüyordum. Hatta Mısır seyahatinden sonra oldukça az görüşük. Otostopla dünyayı dolaşan, konfor'un 'K' harfini bile aramayan bir adamla benim gibi çizmesini 2 dakika önce ofiste cilalayan bir kadının nasıl bir ortak noktası olabilir?!:) ama var... Hem de oldukça fazla. Örneğin Kahire ve İskenderiye de ben de konfordan tamamen vazgeçebildiğimi gördüm (!) çantamdaki birçok şeyi kullanmadan geri getirdim! Hatta bir ara sıcaktan o kadar bunalmıştım ki çantamı İskenderiye tren garında bırakmak istedim (gerçekten!). Beni bilen bilir, birçok kadın gibi duygusal açlık ve açıklıklarını materyallerle, insanlarla, feedbackle, egoyla doyurmaya çalışan; birçok bakımdan 'sıradan' sayılabilecek bir kadınım. Tek farkım, bunun farkında oluyor olmam olabilir:) Bu nedenle nasıl göründüğüm ve hissettiğim önemlidir. Bu asıl ben için olmasa da kendisini dışarıya göre ayarlayan egom için önemlidir. Asıl benliğim için saçımın nasıl göründüğünün ne önemi olabilir ki :P Bu nedenle birçoğunuzun 'amaan ne olacak! ' diye düşündüğünüz durumlar benim için sıkıntı verici olabiliyor (oldukça).

Bir yanım bilgisayar oyunlarında yaratılan hayali karakterler gibi sabırla, ilmek ilmek ördüğüm, gerçekliğinden sürekli şüphe duyduğum bu 'tasarımı' terketmek istiyor. İşte tam bu virajlarda Hakim gibi insanlarla tanışıyorum ya da çarpışıyorum diyelim. Hakim, gidiyor... Nereye mi? kendisi de bilmiyor yani tam olarak:) Hindistan' a oradan da Tibet diye düşünüyor fakat emin değil, her an herşey olabilir diyor ve ekliyor: 'Plansızlık en iyi plandır!' Cumartesi gecesi yani 3 gün sonra Tebriz'de uyumayı düşünüyormuş. Ben de dinliyorum... Anlatacak o kadar şeyi var ki
'Senin,' diyorum, 'bu kadar anlatacak şeyi biriktirirken harcadığın paraya ben bir mont(!) alıyorum.' 'Elimde pardon dolabımda (!) bu var...'
Gülüyor...
'Sürekli çalışırsanız kendiniz için hiçbirşey yapamazsınız çünkü bunun için asla yeterli vaktiniz olmayacak...'
'Kaçışınızı planlamanız gerek, farkında olmadan...'

Haklı, ama çıkışıyorum: 'Ne yani?! hepimiz kendimizi yollara mı vuralım?'

Diyor ki: 'Konu kendini kafanda yollara vurmak, hafif yaşamak için hafif olman gerek...'
Bla bla bla, haklı... Kitaplarını okuduğum yazarlar da haklı ama bir fark var bu durumda karşımda kanlı canlı bir biçimde söylediği herşeyi yaşayan birisi var. Sallamıyor, beylik cümleler kurmuyor söylediği herşeyi yaşıyor. O zaman anlıyorum insanların 'üstad' olarak gördükleri kişilerin yanlarında olabilmek için neden herşeyi feda ettiklerini (örn. şems/ mevlana) çünkü insanları söyledikleriyle değil eylemleriyle yargılıyoruz ve evet, hep 'eylemden' öğreniyoruz. Çene ishali olmuş gibi konuşuyoruz ama uygulamıyoruz. Buna o kadar alıştık ki, uygulayan biri çıktığında ezberimiz bozuluyor.

Dün akşam onu küçültüp bir kutuya kapatmak istedim, onu kıskandım, ona sinirlendim, çamur atmak istedim, hatta fikirlerinin ve yaşamının huzuruna o kadar sinirlendim ki... Sonunda farkettim, gitmesine üzülmüyorum bir pet gibi ona 'sahip' olmak istiyorum, yanımda dursun istiyorum madem onu küçültemiyorum içinde 'ben' büyümek istiyorum! ve bunların hepsini bir elma dilimi ketçaba batırırken düşünüyorum :D


'Canım,' diyor... 'Seni tanıdığımdan beri söylüyorum, izin vermen, dinlenmen gerek. Herşeyi bırakmalısın emin ol dünya sen onu kontrol etmeye çalışmadan da dönüyor:) Gerçekten dinlen, dinle... Sonra gel ne istiyorsan onu yap.'

'Konformizm reformizmi tetikler, hep birşeyler yaptığında daha iyi olacağı illüzyonuna kapılırsın...'

'Spontane yaşamak, anda kalmak demek. Sürekli tetikte olmalı ve anı yönetmelisin yani o kadar da kolay değil. Ama şu kolaylığı var, o kadar dikkatli olmalısın ki birşeye fazla sıkılman mümkün değil. Akışa izin vermelisin.'
'İzin verdikçe sezgilerin güçleniyor ve hata yapma payın 'eğer kendine kulak verirsen' neredeyse 0 a düşüyor. Doğru yerde doğru zamanda doğru insanlarla oluyorsun.'
Onun ağzından kendi cümlelerimle yazdım:) . Çok sıradan değil mi? Bir kitapçıda kişisel gelişim rafının önünde dursanız 10 kitaptan 10'u benzer şeyler söyleyecektir...
Fark neydi? Eylem...

Demek ki kitapları çöpe atmanın ve insanlara yer açmanın zamanı gelmiş...

Tüm eksikliklerini sevgiyle kucaklamış, spontane yaşamı onurlandıran, evrene gerekli müdahaleler için izin veren insanlar heryerde...


Bulunmayı bekliyorlar..


Hey orada mısınız? :)







1/12/2010

olgunluk çağı

Olgunluk Çağı, Camille Claudel'in bir heykelinin ismi. Tuttuğum bir defteri karıştırırken Sakuntala isimli heykelinin görseline rastladım, özenle çıkış alıp yapıştırmışım. Sakuntala, hintli bir şair olan Kalidasa'nın 7 perdelik oyunundan esinlenilerek yapılmış. Derken aklıma yukarıda resmi görünen heykeli geldi. Tekrar baktım...

Bence Olgunluk Çağı, 'acı çekme' duygusunun günlerce, aylarca yoğrularak o acıyı çekenin elinden üç boyutlu bir biçimde dile gelmesidir. Temel ve yönlendirici korkusu 'terkedilmek' olan kadın varlığının, bu korkuya hükmedebilmek için, onu küçütme isteği sonucunda meydana getirdiği muhteşem bir eserdir. Bazen, o eller sevinç ve sınırsız mutluluk için birşeyler yapsaydı, izlerken nasıl bir haz alırdık diye düşünüyorum. Sevgili Camille, bildiğimiz kadarıyla dram dolu hayatının büyük bir bölümü heykel yaparak geçirdi. Heykellerindeki dairesellik ve bağlantılar müthiştir. "Bakın ne güzel heykel yapıyorum!" demez eserleri. "İster bakın ister bakmayın, yapıyorum!" der ve belki bu nedenle Rodin'den çok daha samimi bulurum. Bir çok sanatçının eserlerinde 'eksik' olduğunu hissettiğim o spontane ve samimi dışa vurum, gözünde 'yaratmak' dışında birşey olmamasından kaynaklı haklı küstahlık vardır Camille'de ve iyiki de vardır... Yoksa hissiz olanları ayıramazdık. Parfümerilerde kokuları ayırdedebilmeniz için küçük çanaklarda kahve bulundururlar. Bir heykel sergisi gezerken cebimizde Olgunluk Çağı'nın bir resmini bu yüzden bulundurmalıyız gibi geliyor...